İsrail, Türkiye’nin Daimî Müttefiki Olmalı
Halep doğumlu İsrailli araştırmacı Ofra Bengio, Türkiye-İsrail ilişkilerini ele aldığı çalışmanın alt başlığında her iki ülkeyi “Ortadoğulu yabancılar” olarak tanımlamıştı. Bengio’ya göre Ortadoğu’nun yabancı bu iki ülkenin, Müslüman Osmanlı/Türk ve Musevî İsrailli iki toplum ve ulusun temasları her daim olumlu seyretmiştir.
“Bu temasların hemen hepsi olumludur ve çatışma hâlindeki Ortadoğu’da bunun bir eşi daha yoktur” diyor Bengio.
Güncel koşullar, “normalleşme” adımları ve her iki ülkenin liderlerinin ABD’deki algısı bağlamında bugün bu eşsizliği vurgulamaya her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.
İSRAİL İLE NORMALLEŞME: NE SENİNLE NE SENSİZ
Türkiye’nin İsrail’le girdiği normalleşme rotasının ilk durağı Havacılık Anlaşması oldu. İki ülkenin havayolu trafiğini arttıracak bu anlaşmaya göre Türk şirketlerinin İsrail’e uçuşlarının yanı sıra İsrailli şirketlerin Türkiye’deki çeşitli noktalara uçuşları yeniden başlayacaktı.
Eylül 2022’deki bu gelişmenin ardından karşılıklı büyükelçi atanmaları gerçekleşti. Aynı ay içinde İsrail, Irit Lillian’ı Ankara büyükelçisi olarak atadığını duyurdu. Kasım 2022’de de Dış Politika Danışma Kurulu Üyesi Şakir Özkan Torunlar, Türkiye’nin Tel Aviv büyükelçisi olarak atandı.
Dönemin İsrail Başbakanı Yair Lapid, bu atamanın Türkiye ile olan ilişkileri iyileştirmede önemli bir adım olduğunu belirtirken şu açıklamayı yaptı:
“Bu son bir yıldır üzerinde çalıştığımız Türkiye ile ilişkileri iyileştirmede önemli bir adım. Geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile New York’ta buluştum. Ekiplerimize ekonomik, diplomatik ve turizm ilişkilerini geliştirmek için talimat verdik”.
Lapid’in referans verdiği görüşmede İsrailli Başbakan’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a İran’ın Türkiye’deki İsraillilere yönelik saldırı girişimlerine karşı istihbarat işbirliği için teşekkür ettiği belirtildi. Bu nokta aynı zamanda İsrail’in bu normalleşmeye yönelik ana motivasyonunu teşkil ediyor. Nitekim İsrail, İran’ı kontrol altında tutma açısından Türkiye ile yakınlaşmanın elzem olduğunu düşünmekte.
Bu gerekliliğin güncel koşulu ise İsrail’in BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas’ın da bulunduğu bazı ülkeler arasında imzalanan bir dizi normalleşme anlaşmasıyla kurmaya çabaladığı “anti-İran” koalisyonun belirsizliğe gömülmesi. Çin’in arabuluculuğunda İran ile Suudi Arabistan arasında artan ilişkiler bu belirsizliğin en somut göstergesi. Keza ABD’nin etkisinin bölgede azalmaya uğramasıyla birlikte ülkeler, yeni dinamiğin bir parçası olma hususunda alternatif ittifaklar kuruyor.
Türkiye açısından İsrail’le normalleşmenin adımı da burada saklı. Ortadoğu’da artan Çin etkisi, İran-Suudi yakınlaşması ve ABD’nin uzun yıllar süren öncü rolünü yitirmeye başlaması İsrail ve Türkiye’yi yeniden yakınlaşmaya iten başlıca husus. Keza ABD’nin kurduğu dengenin yıkılmasıyla bölge, istikrarsızlığa ve bu istikrarsızlığa çare üretmeye yarayan “normalleşmelere” gebe. Türkiye de yeni bölge düzeninde kendi konumunu belirleme çabasındayken aynı zamanda ABD ile olan ilişkilerini İsrail vasıtasıyla da güçlendirme uğraşında.
Söz konusu istikrarsızlığın en güncel örneği Türkiye’nin İsrail ile normalleşmeyi önemserken aynı zamanda Rusya, İran ve Suriye ile dörtlü görüşmeleri sürdürmesi. Çin’in İran-Suudi görüşmelerine zemin sağlaması gibi Rusya da Ankara ile Şam arasında 2011’den bu yana gerçekleşen ilk üst düzey temasa aracılık etti. Bu doğrultuda 28 Aralık 2022’de Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun ev sahipliğinde Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar ve MİT Başkanı Hakan Fidan, Suriye Savunma Bakanı Ali Mahmud Abbas ile bir araya geldi. Son olarak 4 Nisan 2023 Salı günü Dışişleri Bakan yardımcıları düzeyinde gerçekleşen görüşmede istişarelerin sürdürülmesinde mutabık kalındığı belirtildi.
Netanyahu İktidarı ve Normalleşme Sürecinin Geleceği
Normalleşme sürecinin, ülke tarihinin “en sağcı” hükümetini kuran Benjamin Netanyahu ile sekteye uğrayıp uğramayacağı tartışma konusu. Her ne kadar sürecin iç politik çekişmelere ya da hükümetlerin konjonktürel kararlarına bırakılmayacağına dair kanaat yaygın olsa da Netanyahu hükümeti ile hızını kaybedeceği açık gibi görülüyor.
Kesintiye uğramayacağına dair umut da Netanyahu’nun seçim sürecinde Erdoğan’a yönelik herhangi bir sert çıkış ya da söylemde bulunmamasına bağlanıyor.
Öte yandan İsrail kamuoyunda Netanyahu’nun yargı reformu girişimiyle, Erdoğan’ın da içinde olduğu iddia edilen “Ortadoğu’nun dışlanmışlar kulübüne” girdiği söylemi kuvvetli. Benzer bir yorum daha önce, İsrail’in Macaristan ve Türkiye’nin içinde yer aldığı “seçilmiş otokrasiler” ligine dâhil olduğuna işaret ediyordu. Bu söylem, Suudi Arabistan gibi finansal kaynağın eksikliği ile Rusya ve İran gibi ülkelerle görüşme masasında olan Türkiye karşısında Netanyahu’nun ABD’nin dostluğunu riske atmaması gerektiğine de dikkat çekiyor.
Bu risk hiç olmadığı kadar güncel. Keza ABD, “yaklaşık 75 yıldır ilk kez bir İsrail liderine en temel düzeyde güvenmiyor”. Bu durumun kaynağında da aşırı sağcı bir hükümetin kurulması yatıyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin ön ayak olduğu bu süreçte beklediği reaksiyonu alamaması gibi bir tehlike hâlâ varlığını koruyor. Bir kere ABD ile ilişkilerinde İsrail’in desteğini alması, mevcut hükümetin ideolojik perspektifi gereği pek de sonuç verecek bir olgu gibi görünmüyor. İkincisi Türkiye, Netanyahu’nun karşıtları tarafından otoriter liderler grubunda konumlandırılıyor. İran ve Rusya ile olan görüşmeler de bu konumlandırmanın referansı olarak sunuluyor.
Kaldı ki ABD’nin dostluğunu riske atamayacak bir ülke olarak İsrail’in, onun hegemonik söyleminde, yani demokrasiler ve otoriter rejimler ayrımında ikinci grupta konumlanması neredeyse imkânsız.
Harold Rhode, Jewish Policy Center’da yer alan analizini “Erdoğan bize, bizim ona duyduğumuz ihtiyaçtan çok daha fazla ihtiyaç duyuyor” diyerek tamamlıyor. Yaşadığı iktisadi kriz nedeniyle Türkiye’nin “İsrail’e bile” el uzatmak zorunda olduğuna işaret ediyor. Türkiye bu doğrultuda, “düşman gördüğü ülkelere bile el uzatan” bir ülke olarak tasvir ediliyor.
Bu noktada temel parametre hem Erdoğan’ın hem de Netanyahu’nun “demokrasiler – otoriter rejimler” ayrımında nerede konumlanmak istediği oluyor. Normalleşmenin niteliğini her iki liderin kararı belirleyecek. Erdoğan, kendisini “otoriter rejimler” liginde konumlandıran yaygın kanaati kırmak için hem iç hem de dış politikada radikal kararlar vermek zorunda kalacak. Dolayısıyla Rusya ile liderler diplomasisini terk edip etmeme ve İran ile diyaloğu hususunda net kararlar verip bunları kamuoyuna ilan etme fikri, her ne kadar bugüne çok uzakmış gibi gelse de, başlatılan normalleşme sürecinin ABD’yi de içerecek şekilde amacına ulaşması için elzem görünüyor.
Aynı husus İsrail’in Netanyahu’su için de geçerli. Her iki lider de ABD ile ABD’nin jargonunda konuşmak zorunda. Keza demokrasiler – otoriter liderler ayrımı, onun bölgeye ve dünyaya bakışının temel parametresi olmuş durumda. Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel ölçekte yeni düzendeki yerini bu parametreyi işlevsel kılıp kılamayacağı belirleyecek.
ABD İLE BİTMEYEN GERGİNLİK
Türkiye, ABD’nin “demokrasiler – otoriter rejimler” ayrımında ikinci gruba daha yakın bir pozisyonu hem içeride hem dışarıda sürdürdükçe bu gerginliğin dinmesi pek mümkün görünmüyor. Finlandiya’nın NATO’ya katılımına onay verilmesi karşısında ABD’nin tepkisinin İsveç’in “onay sürecinin gecikmeksizin tamamlanması” olması bu hususun bir göstergesi.
Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın ABD temaslarında yaklaşan seçimlerle ilgili “özgür ve adil seçim mesajı” ile karşılaşması güncel bir örnek.
Kaldı ki bir diğer NATO müttefiki Yunanistan F-35’ler konusunda önemli adımlar atarken Türkiye’nin bu projeden çıkarılıp modernize edilmiş F-16 alımında bile sorunlar yaşaması da bu durumun yansımalarından. Modernize edilmiş F-16 satışının İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılımını onay şartına bağlanması da Türkiye’nin ABD tarafından salt biçimsel bir müttefik olarak görüldüğünü gösteriyor.
ABD Ankara Büyükelçisi Jeffry Flake’in Millet İttifakı Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu ziyareti de bu pencereden bakıldığında kritik önemde.
“Anti-Erdoğan” muhalefet adayı olarak konumlandırılan Kılıçdaroğlu – Flake görüşmesine, seçimde kazanmaları hâlinde Türkiye’nin AB ve NATO ile olan ilişkilerini “resetleyeceği” şeklindeki habere konu olan Ünal Çeviköz de katıldı. Burada dikkat çekici husus muhalefetin Batı projeksiyonunda kendisini mevcut durumun değerler ve politikalar hususunda bir “anti-tez” olarak konumlandırması.
Daha geniş bir çerçevede bunun anlamı, “demokrasiler – otoriter rejimler” ayrımında ilk gruba yakınlaşmanın vaadi.
Demokrasiler grubunun ana göstergesinin “lider”den ziyade “kurumsallık” olduğuna burada dikkat çekmek gerekiyor. Liderler bu grupta, karizmatik niteliklerinden çok kurumlar arası eşgüdümü sağlayabilme kapasiteleriyle ön plana çıkıyor.
Netanyahu ve Erdoğan’ın hiç ummayacakları şekilde aynı doğrultuda tasvir edilmeleri de “demokrasiler” grubunun bu niteliğine uymayacak bir iç ve dış politika izlemeleri.
Her iki ülkenin ABD ile yaşadığı gerginliğin temelinde bu husus yatıyor. ABD ve NATO, belirli hususlarda anlaşmak değil, aynı değerler dünyasına katılmayı talep ediyor. Bu ise her iki ülkenin ve liderin dönüşümü demek.
Ne denli bu dönüşüm gerçekleşecek göreceğiz.

Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi programında tamamlamıştır. Çalışma alanlarını Siyasal Kuram, Siyaset Sosyolojisi, Felsefe ve Türk Siyasal Hayatı oluşturmaktadır.